top of page

KENDİNDEN KAÇAN BİR MEDENİYET



kendinden kaçan bir medeniyet

“Kendiniz olun!” ikazını çokça duymuşuzdur. “Özenmeyin! Siz, olduğunuz hâlinizle güzelsiniz.” İnsanların çokça morale ihtiyaç duyduğu bu devirde sıkça duyduğumuz ikazlardan sadece birkaçı bunlar. Ve ne gariptir, dile getirmeyi çok sevdiğimiz bu ikazlara uymamayı da çok severiz. Yani kendimiz olmak isteriz ama bu ikaza uymamak için de elimizden geleni ardımıza koymayız.Peki, neden böyle yapıyoruz? Nedeni hakkında benim de söyleyebileceğim net bir şey yok; ruh bilimci ya da bir uzman değilim. Sadece bu bireysel sorudan hareketle toplumsal birkaç konuya değinmeyi amaçlıyorum.



“Tanzimat’tan sonra aydın, kendi tarihinden koptuğu müddetçe aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından!” diyor Cemil Meriç ve ekliyor: “İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra o utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ demeye başladı. ”Zamanla kendimizden ziyade Avrupa’yı tanımak istedik ve artık ne kendimizi tanıyoruz ne de Avrupa’yı. Bu tanımadığımız dünya için ruhumuzu feda ettik; yerini daha modern şeylerle doldurmak istedik, lakin yer yeni geleni beğenmedi. Çünkü Avrupa maddeydi bizim için. Maddeyle ruhun aynı kıymette olduğu nerede görülmüş? Birçok şeyi feda ettik bu uğurda: şuurumuzu, vicdanımızı, dilimizi, dinimizi… Önce aklımızı verdik, ardından ruhumuzu; ne mantık kaldı elimizde ne de vicdan. Çünkü bizim olmayana “bizim” diyemedik, o da bize yakışmadı zaten. Avrupalı için hayır olan, bizim için şerdi; lakin göremedik ya da çok geç gördük. İslam’ın altın çağında ismi okunmayan Avrupa, insanlarını eğitmeliydi ama bir amaç lazımdı insanları tek bir yerde toplayacak bir amaç; yüzyıllar boyu sönmeyecek bir ateş. Yakıtı kin, nefret ve intikam... Biz bunu yapamayız. Kendimiz olmaya, kendimiz olmayarak başlayamayız. Kinin, nefretin ve intikamın ne dinimizde ne de medeniyetimizde hiçbir zaman yeri olmadı. Küffara kılıç sallarken dahi nefsimiz adına değil, Allah rızası için yapmadık mı?

Batı irfanı kendi dinini ondan uzaklaşarak öğrendi; öyle de yapması gerekiyordu. Önce irfana vurulan prangalardan kurtulmalıydı. Aynısı bizde de denendi ama ters tepti. Çünkü İslam, irfana hiçbir zaman pranga vurmadı. Aksine ona bir düstur ve amaç verdi. Hâlen İslam’a, İslam’ın dışında kalan bir mantıkla yaklaşmaya çalışıyoruz. Ekseriyetin bize tavsiye ettiği, bizim de sorgusuz sualsiz benimsemeye çalıştığımız sistem içerisinde İslam’ı yaşatmaya çalışıyoruz. Ama başaramıyoruz. Zannımca bunun birkaç sebebi var: Evvela, İslam beşerî düzeltmelere muhtaç eksik bir din değil; yani sisteme uyması gereken o değil. Diğer bir taraftan ise yaşantımız ve dinimiz, diğer dinlerle mukayese kabul etmeyecek kadar tek vücut hâlindeler. Biz dünyayı da Allah için, insanı da Allah için sevmiş bir dinin mensuplarıyız. Bütünü cüzler hâlinde incelemek belki bir fikir verebilir ama bu, sadece ellerimize bakıp tüm vücudumuz hakkında yorum yapmaya benzeyecektir. Bütün bu hengâme içerisinde kendimiz olmaya çalışırken bile olamıyoruz çünkü kendimize de yabancıyız. Artık adımlarımız bile taklit gibi duruyor. Adil değiliz çünkü adalet bizim değil; kendi adaletimize de yabancıyız! Hoşgörü, sevgi, saygı, ilim, teknik ve sanata uzağız bu kavramlara. Çünkü bizimkilere sırt çevirdik; olmayanlar da bizim olamadılar zaten.


Medeniyetler insanla kaimdir, insan da ilim, kültür ve sanatla. Elimizdeki medeniyeti yıkıp yerine yenisini kurmak isterken, onu inşa eden insanın inşa kaynaklarını en başta yok ettik. Artık sistemin bizden istediğini seviyor ya da saygı duyuyoruz. Bize gereken ilme değil, “size gerekiyor” denilen ilme çalışıyoruz. Düşünmüyoruz; daha ziyade düşündüğümüzü zannediyor ya da düşündüğümüze inandırılıyoruz. Sağlıklı bir bedenin hastalığı reddedişi gibi, medeniyetimizin yapı taşları da reddediyor hariçtekileri. Ama her bedenin bir sınırı vardır. Artık anlaşmazlıklardan, görüş ayrılıklarından ve çatışmalardan besleniyoruz. Ecdadın savaş açtığı değerleri sorgulamadan kabul ediyor, sanki bizimmiş gibi davranıyor ve koruyoruz. Kendisi gibi olmak isteyip zamanla çevresine benzemekten başka çaresi kalmayan bir insan gibiyiz.


Uğradığımız bu illete deva için “fertlerin müşterek his ve âdetlerle, birbirine uygun fikir ve inançla, aynı gaye etrafında birlik hâlinde bulunmaları” gerektiğini söylemektedir Said Halim Paşa. Günümüzde bunun ne kadar güç olduğu aşikâr, lakin Allah’tan ümit kesilmez. Yeni yeni tohumlar yeşeriyor; ülkemizde ve dünyada onca hengâmeye karşı güzel şeyler de oluyor. Hâlâ insanlar yaşıyor bu dünya üzerinde, hâlâ Allah rızası için ve insanlık için çalışmak isteyen insanlar var. Biz daha genciz; çok şey görmedik ya da duymadık belki ama “yaratılanı yaratandan ötürü seven” bir düstur üzere büyüdük. Tarihimizde, edebiyatımızda yine bu düsturu gördük. Okuduk; kendinden kaçan bir medeniyet gördük ve kendinden kaçan medeniyete nedenini sorgulatmak, bu kaçışın bir kurtuluş olmadığını göstermek için yazdık. Daha da bu minval üzere söyleyecek sözümüz olduğunu düşünüyoruz ya da söyleyecek sözü olanları düşündürtmek istiyoruz.




Velhasıl-kelâm, biz kendinden kaçan bir medeniyetin insanlarıyız; kendinden kaçan, değerlerine, yaşantısına, kılık kıyafetine, kitaplarına, kelimelerine savaş açan ya da bunları unutan bir neslin çocuklarıyız. Bireyleri çok da suçlamamak gerek. Eğer bir medeniyet bile kendinden kaçıyorsa, o medeniyeti inşa eden insanların da kendinden kaçmaları çok da garipsenmese gerek…Ya da medeniyet kendinden kaçarken, insanın kendinden kaçması sadece bireysel bir sorun olmasa gerek.

 

Şükrü KÖMÜR

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
  • Instagram
bottom of page